28 Aralık 2009 Pazartesi

VESTEL GERÇEKTEN DE TEKNOLOJİNİN TÜRKÇE’SİYMİŞ

Yılbaşı üzeri herkesin koştura koştura alışveriş yaptığı şu günlerde, bendeniz de kampanyalardan yararlanayım diyerek yeni bir DVD Oynatıcı edinmeye karar verdim. Ve hayatımda ilk defa kampanyalı bir modeli alma hevesi içerisinde, DVD Oynatıcının yanında hediye edilen Monopoly oyununa da tav olarak Teknosa’nın yollarına düştüm.
Raflardaki en son model çekik markalar ( uzakdoğu’lulara böyle seslenmeyi çok seviyorum; çekik sineması, çekik mutfağı gibi) arasında kendimize en uygun olanı güle oynaya seçerek yeni DVD Oynatıcıyı bir güzel satın aldık. DVD/ Divx Oynatıcı adı verilen bu teknoloji harikası ürünü, özellikle USB girişi olduğu için tercih ettik. Bu devirde kimsenin kimseye yalan söylemesine gerek yok; tabii ki internetten indirdiğimiz filmleri ve dizileri izlemekti en büyük amaç. Her Türk evladı gibi, Türkçe olan her sanatsal faaliyeti, ister müzik olsun isterse sinema filmi mutlaka orijinalini alarak kendi sanatçılarımızın para kazanmalarına önem verirken, hayran olduğumuz yabancılara bunu uygulamaktan doğal olarak kaçınıyoruz. Çünkü’sü çok basit; bir sinema DVD’sinin en ucuzu 40 YTL!
Her neyse, eve büyük bir mutlulukla gelip eski DVD Oynatıcımızı kapıcımıza törenle hediye edip yeni makinamızı kurduk. Kurduk kurmasına da, işte o ondan yaklaşık 4 saat sonra herkes salonun ortasında sinir krizinin eşiğindeki kadınlar misali Almodovar usulü, bu Çekik makinayı hangi camdan aşağı atsak diye debelenirken bulduk kendimizi. Olmadı, çıldıracağız bu makinanın neresi Divx oynatıcısı? Herkes bunu soruyor birbirine, kullanma kılavuzu durmadan el değiştiriyor, uzaktan kumandayı her eline alan derin bir nefes alıp ‘bi dakka ya, USB girişi olduğuna göre mutlaka biz bir hata yapıyoruz’ diyerek sıfır noktasından işe başlıyor. Olmayan da şu; dizi film ekranda gayet güzel oynuyor fakat altyazı yok!!! Yok da yok altyazı bir türlü yok. Aman allahım o altyazıyı o diziye ekleyeceğiz diye saçımızı başımızı yolmak üzereydik. Dosyaların adını değiştiriyoruz, formatlıyoruz, internette forum sitelerinde ‘altyazı sorunu başlıklı’ her yazıyı okuyoruz derken bir baktık ti tam 4 saat geçmiş! Yürüyün dedim, deli miyiz biz? Bu bizim hayal ettiğimiz makine değil! Teknosa’ya bir kez daha koştur koştur gittik ve mağazada ne kadar Divx oynatıcısı varsa hepsini elimizde USB Bellekle denedik! Ve çekik mantığı her nasıl çalışıyorsa hiç birinde altyazılı bir şey izleyemedik! Mağazada herkes bize bakıyor, biz denenen tüm makinalara bakıyoruz. Allahtan çok anlayışlı bir müşteri temsicisi ben tam ağlamak üzereyken, ‘Hanımefendi sanırım bu ürünle siz mutlu olamayacaksınız gelin biz size para iadesi yapalım’ dedi ve bu cümleyi duyduktan tam 1 dakika sonra para iademle birlikte mağazadan çıkmıştık! Teknosa’yı bu anlayışından ve müşteri memnuniyeti ilkesinden şaşmamasından dolayı çok tebrik ediyorum. Teknosa’dan çıkıp Vestel’e gittik. Olayı anlattık, oradaki satış görevlisi bize gülümsedi, elimdeki USB Belleği aldı ve Vestel DVD/ Divx Oynatıcıya taktı. Bizim dizi film başladı, hem de alt yazısıyla!!! Bu kadar basit işte, her ne varsa onun altyazısını makine otomatik olarak okuyor! Evet, işte budur! Bizim saatlerce evde debelendiğimiz, çekik teknolojisinin dilini çözemediğimiz saatlere yazık. Vestel, gerçekten de “TEKNOLOJİNİN TÜRKÇESİ”. Hayatımda ilk kez bir markanın sloganını anı anına yaşadım. Eve mutlu mesut döndükten sonra bir kez daha çok net anladık ki, Vestel bir Türk markası olduğu için, bizim mantığımızda ürünleri bizim hayal ettiğimiz şekilde üretmiş! Kendilerini tebrik ediyor ve uzunca bir süre çekik markasının adını duymak bile istemiyorum. Bu arada olan bizim hediye Monopoly oyununa oldu. Eh ne yapalım biz de satın alırız dedik. Dedik demesine de, Monopoly’nin o kadar çok çeşidi çıkmış ki, bu kez de bendeniz rafların arasında ‘çocukluğumun Monopoly’ si mi yoksa modern hayatın Monopoly’ si mi?’ diye çırpındım. Benim için çok yorucu bir gündü, “çocukluğumu bu kadar kolay geride bırakabilir miyim?” bilemediğim için hala daha hangi Monopoly’i alacağımı düşünmekteyim....

21 Aralık 2009 Pazartesi

2010 İÇİN DİLEDİKLERİM....

Bu yılbaşı bir değişiklik yapıp, yeni yılla ilgili dileklerimi ‘evrensel çapa’ taşımaya karar verdim! Bu yaşıma kadar her sene inşallah, maşallah diyerek kendimle ilgili bireysel dileklerim, patlatılan onlarca nar ve temizlik için sarfedilen onca çabanın ardından; baktım ki olmuyor... İnşalah ve maşallahla hayat yürümüyor. Ben de bu yüzden olaya 2010’la özel değil genel olarak ilgilenmeye karar verdim!

BU YIL;

1) Herkesin cep telefonunu doğru kullanmayı öğrenmesini istiyorum. Adı üstünde, sürekli cebimizde olan bu teknoloji harikası ürünlerin açılamayacağı zamanlar da var. Cebimde olması demek, 24 saat beni arayan herkesin aradığı dakika bana ulaşabilmesi anlamına gelmiyor. Bazen doktor kontrolünde, otobüste, eczanede, market kasasında, uyurken, banyodayken, çocuğu azarlarken ve bunalım takılma modu ilan edilip evde pijamalarla tv seyrederken çalan telefonlar doğal olarak cevaplanamıyor. EEE o zaman doğru kullanım için ne yapmalı? Açılmayan telefon ısrarla 5 kez daha aranmamalı di mi? Ve hatta aranılan kişiye ulaşılamadığında, o kişinin 7 göbek sülalesi, arkadaşları ve hatta sevgilisine kadar geniş bir yelpazenin de aranmaması gerektiğini herkesin öğrenmesini diliyorum. Cep telefonunun, tıpkı evdeki ahizeli telefon gibi algılanmasını istiyorum. Arandığında cevaplanmıyorsa, bunu hırs yapmak yerine ‘geri dönüşü’ herkesin öğrenmesi 2010’daki en büyük dileğim. Cep telefonuyla ilgili bir başka konuda, bu numaraların makul saatlerde aranması. Özellikle mümkünse hafta sonu sabahın kör saatinde ya da gece geç saatlerde kısa mesaj ve aranma yoluyla ulaşımın; teknolojik çağdaki adab-ı muaşeret kurallarına hiç uygun olmadığını herkesin öğrenmesini istiyorum.
2) Herkesin internet ortamında düzgün davranmayı öğrenmesini istiyorum. Özellikle Facebook ve MSN gibi sosyal paylaşım alanlarına açılış şifresiyle değil de ar damarıyla girilmesinin zorunlu hale getirilmesini istiyorum. Google’un acil bu durum için proje geliştirmesini ve edepsiz bulduğu her yaklaşımda “ar damarınızın çatlamasından kaynaklanan sızdırma nedeniyle geçici bir süre sayfanıza erişim yasaklanmıştır” uyarısı göndermesini diliyorum. Böylece sevgilisi-kocası yani kısaca hayat arkadaşı olan kişilerin özellikle facebooktaki sayfasında bulduğu her satırı, sütünü ‘Beğendim’ diye yazanların harcadıkları boşa çabalar da çatlak sızıntısından akıp gidecektir! Daha merhaba’nın m’sini demeden MSN adresini isteyenlerin ar damar çatlakları ise başta eşleri olmak üzere tüm akraba-ü talükatlarına yeni oluşturulacak ‘İPD yani İnternet Polis Departmanı’ aracılığıyla bildirilsin istiyorum.
3) Yalan söyleyen herkesin burnunun Pinokyo gibi uzamasını istiyorum. Evet evet, evetttt, 2010 için en büyük dileğim bu aslında. Soyut kavram olan yalanı kanıtlama şansımız fizik kurallarına göre imkansızdır. Amma...... ya yalan söyleyen herkesin burnu Pinokyo gibi uzarsa??? Nesiller kurtulur yemin ederim ki, ülkeler, medeniyetler, evlilikler, küresel ısınma; dünyayla ilgili aklınıza gelen her şey kurtulur. Düşünsenize kelli felli adamların, yaşı başı ilerlemiş sevimli tonton adamların burnunun uzadığını!!! Ya yıllardır çok itibar gören bilmem ne teyzelere ne demeli? Kim bilir mahallede kaç genç kızın hayatını yakmıştır söylediği yalanlarla! Ve hepsinin burnu upuzun; alın işte size kanıtı!!! Süper, yemin ederim bu iş mahalleden başlar oradan il genel meclisi, daha sonra da Türkiye Millet Meclisi, Nato- mato aklınıza gelebilecek her yere ışık hızıyla yayılır ve sonuç; Temiz Toplum, Temiz Dünya, Tertemiz hayat...
4) Kurtlar Vadisi’nin sadece televizyonda oynamasını istiyorum. Bunun bir dizi film olduğu ve aktörler-aktrisler tarafından senaristlerin yazdığı senaryoyu oynarlarken yönetmenin de bunu kaydettiğinin anlaşılmasını istiyorum. Sokağa her çıktığımda aynı parlak takım elbiseler eşliğinde kendini Kurtlar Vadisi sanan adamların kötü bakışlarına maruz kalmak istemiyorum. Evinde oturup çerez-meyvesuyu eşliğinde bu diziyi seyredenlerin, kendilerini onlardan biri zannetmeyi bırakmalarını ve sadece izleyici olduklarını kabullenmelerini diliyorum. Bakınız, rakip dizilerin izleyicileri etrafı rahatsız ediyor mu? Behlül ile Nihal’i izleyenler gidip mahalle sakinleriyle nasıl ‘araya yastık koymaca oynamıyorsa’, Kurtlar Vadisi izleyicilerinin de yayın saati bitince gerçek hayata dönmelerini istiyorum.
5) Dinin, Allah ile Kul arasında olduğunun öğrenilmesini istiyorum. Şüphesiz, Allah her birimizi eşit yaratmış. Her insana her şeyi eşit dağıtmış, bir insanın bir diğerinden üstün olmasının Allah katında mümkünatı yok. Yaşamda sadece iyi ya da kötü olmayı tercih edersiniz. Ve kötülük yaparken de ne bir dua-matik ne de ibadet-matik olsun ki, o kötülükleri silsin. Kötülük yapıp okunulan dualar ya da yapılan ibadetlerin anlık kendini kandırmadan başka bir şey olmadığı konusunda herkesin aydınlanmasını istiyorum. Bu dünyada eylem olarak ne yaparsan, öteki dünyada o eylemin hesabını verirsin. Sadece bu kadar basit, iyilik yaparsan iyiliğin kötülük yaparsan da kötülüğün.........
6) Sosyal Sorumluluk Projelerinin gerçekten bir anlamı olsun istiyorum. Büyük şirketlerin yılın belirli dönemlerinde ‘Sosyal Sorumluluk Projesi’ adı altında saçma sapan organizasyonlara yatırdıkları paralar yerine, işsizlik oranının çok yüksek olduğu ülkemizde, İş ve İşçi Bulma Kurumu’ndan işsiz insanları seçip işe almalarını diliyorum. Kuruyan bir avuç su, ölmek üzere olan bilmem ne hayvanı ya da bulutlara en yakın noktaya ulaşma gibi amaçsız hedeflerle asla sosyal sorumluluk alınamaz. Buralara harcanan paraları, işsiz insanlara iş gücü açarak tüm ailelerin geleceğini kurtarmak gerçek sosyal sorumluluk olur. Büyük şirketler, 2010 yılı itibariyle İş ve İşçi Bulma Kurumu’na başvurduklarında, özellikle üniversite mezunu ve master derecesinde bir çok süper beyinin işsiz olduklarını görebilirler. Ve eminim ki bu ülkedeki işsizlik sayısı azaldığında, ekolojik denge başta olmak üzere bir çok problem kendiliğinden hallolur!!! Hatırlatırım ki, mutlu topraklar ancak üzerinde mutlu bireyler yaşadığında gerçekten mutlu olabilir!
7) Gökten Zembille yepyeni bir siyasal parti düşsün istiyorum. Kendi aramızda konuştuklarımızı, dile getirdiğimiz şikayetlerimizi ve hayallerimizi kurabilecek bir siyasi partinin bir sabah ansızın gerçekten gökten zembille hayatımıza girmesini istiyorum. Yıllardır saçımızı başımızı yolduğumuz konulara dur diyecek ve başta eğitim-sağlık olmak üzere her konuda medeni birey olarak yaşamamızı sağlayacak bu partinin lideri ve kurmaylarının artık bu ülkenin başına geçmesini istiyorum. Ben de hayatımda ilk kez, bir siyasal parti lideri konuşurken mutluluktan ağlamak, ona yüreğimden büyük bir sevgiyle bağlanmak, evimin duvarlarını onun posterleriyle donatmak istiyorum. Meclisteki görevlilerin tarihte ilk kez Bakan değil de Gören, en tepedekinin de Başbakan değil de HerşeyiGören olarak değişmesini istiyorum.
8) Belediyelerin ihale yoluyla değil de hayırla iş kabul etmelerini istiyorum. Her konuyla ilgili belediyelere iş yapacak kurumların bunu gönülden yapmaları en büyük arzum. Yıllık hayır davranışlarını kabul eden belediyeler böylece her ay kaldırım taşlarını sökmez, otobüs duraklarını değiştirmez, su-doğalgaz borularını her hafta değiştirmeye kalkmaz. Çünkü iyilik bir kere yapılır ve yerini bulur! Böylece biz de durmadan çukurların içinden yağmurda çamurda düşe kalka gitmek durumunda kalmayız.
9) Küfürsüz Hava Sahası oluşsun istiyorum. Evde, sokakta, bakkalda, çakkalda, trafikte, pazarda, meyhanede, dost meclisinde, otobüste, metroda; aklınıza gelebilecek her yerde artık küfürsüz hava sahası oluşturulsun istiyorum!
10) Çocuğumu, çocuğunu, çocuğu, çocuklarımızı, çocuklarınızı, çocukları mutlu edelim istiyorum................................................................................................................................

Bu ve buna benzer ana hatları değiştiremezsek, değil 2010, bilmem kaç yüzyıl daha geçse hiç kimse için “iyi yıllar” olamaz. Bilmem özetleyebildim mi?

16 Aralık 2009 Çarşamba

MUSTAFA KOÇ’UN NEMO DÖVMESİ!!!

Yazmadan edemezdim..... Okuduğumdan bu yana hayattan kopmuş durumdayım; yine sorgulama, sürekli sorgulama ama budur işte!!! Türkiye’nin en zengin ailesinin maddi manevi her şeyini yöneten ve Türk ekonomisine yön veren adamların başında gelen Mustafa Koç geçen hafta hayati önem taşıyan bir basın toplantısından sonra kolundaki ‘nemo’ dövmesini açıp göstermiş!!! Budur, evet budur işteeeeeee; yaşamın tarifi katıksız budur.....
Ne zaman büyüdük, ne zaman bize büyüme emri verildi, ne zaman evcilik oynamayı bıraktık hatırlamıyorum ama bildiğim tek şey hayat oyunsuz çekilmiyor. Hayatın kendisi kozmik bir şaka, hayatın kendisi oyun bahçesi neden ‘başarı’ denilen olguya ciddiyet kavramı eklenmiş ki? Oyun oynarken hepimiz çok daha başarılıydık, hepimiz hayata daha umutla bakardık. Hatırlayın hadi kızlar sizler evciliklerinizi, erkekler siz de elinizde plastik topunuzla tüm sokakları yeşil sahaya çevirdiğiniz günleri...
Hadi hatırlayın!!! Süperdi di mi? Önünüzde koskoca hayat, okul berbat ama kimin umurunda! Evde yine sebze yemeği, yemedikçe yenilen dayaklar ama kimin umurunda! Çünkü her şey bir oyundan ibaretti, asla ciddiye almazdık... Dayak yersek yeriz bize ne; amaca ulaşılan her yol mübahtı!!
Ne oldu da terk ettik biz o çocukları? Okulda mı? Kısmen.... ama teneffüs demek kudurmak değil miydi? Daha doğrusu okul demek sadece teneffüs demek değil miydi? Kim okula akademik bilgi için gitti ki? Kim okula başarılı olmaya için gitti ki? Hayat denen esas okulu çaktırmadan öğrendik, kanımıza işlendi eğriler, doğrular.... Ve okulla ilgili tek bir insan bilir misiniz ki ders başlığını size anlatsın? Tabii ki hayır! Okulla ilgili anlatılan hikayeler, yapılan eşşek şakaları ve gülme krizleridir. EEEE ne oldu da bitti bu enerji??? İş hayatı mı? Kim dedi bize çalışırken oyun oynanılmaz diye? Kim dedi bize ciddi ve eğlencesiz ortamlar büyümenin belirtisidir diye? Hatırlayamıyorsunuz di mi? Çünkü hiç kimse!!! Toplumsal krizin getirdiği kaosun sonucunda ciddiyeti koyun gibi seçtik hepimiz! Ve sonuç, genel müdürler iş bitince koşa koşa spor salonlarında, çocukken ellerinde top mahalle maçına çıkar gibi... Kızlar meditasyon turlarında, hayal ettikleri güzel dünyanın astral seyahatinde, çamurdan köfte yapıp evcilik oynadıkları günlerdeki gibi!!!
En yakın arkadaşım, pozitif enerji yapmaya çabaladığımız günlerin birinde akşam eve geldiğinde “Olmuyor gülden, çok zormuş ya, çocukken nasıl evcilik oynuyormuşuz biz? Olmayan kocayı tam 20 yıl öncesinden hayal edip evimizin en ince dekorasyonuna kadar yapardık! Ama bu yaşta çok zorluyor, oynayamıyorum evcilik” demişti.... Aslında oynuyorduk ama problemli günler evciliğini oynuyorduk!!!
Şimdi size soruyorum, sizce Mustafa Koç çok zengin olduğu için ve hayatta hiç problemi olmadığı için mi koluna ‘Kayıp Balık Nemo’ dövmesi yaptırıyor? Tabi ki hayır!!! O ilerleyen yaşına, artan sorumluluklarına rağmen içinde derinlerde bir yerlerde yaşayan çocuk Mustafa’yı hala yaşatabildiği için bu kadar zengin ve hiç derdi yok!!! Harika bir makaleydi, tüm Türkiye’nin nefesinin tutup ekonomiyle ilgili en riskli rakamların açıklanmasının ardından gerçek yaşama dönen Mustafa Koç, yakın arkadaşı Cem Boyner’e denizi çok sevdiği için nemo dövmesini yaptırdığını anlatmış..... Kimbilir belki Cem Boyner de Peter Pan dövmesini bu hafta yaptırır....Oyundan hiçbir zaman kopmayanlar, bu hayatı çok iyi beceriyor...... Hayatın tadını çıkarıyor...... Oyundan asla kopma.........Bazen yedekte kal ama zamanı gelince, oyuna var gücünle katıl!!!!!

15 Aralık 2009 Salı

TAVUK SUYUNA KENDİ ÇORBAM SERİSİ

Hayatımda en çok etkilendiğim kitaplar arasındadır Tavuk Suyuna Çorba Serisi... Özellikle anne olduktan sonra kendime hediye ettiğim ‘Yeni Anne İçin’ kitabını sabahlara kadar ağlaya ağlaya okumuştum. Kucağımda minicik bebeğim benden hayat alırken ben de o kitaptaki hikayelerde hayat bulmuştum. Kaç yaşına gelirsek gelelim hep özümüzün çocuk kalması ve bir kadının anne olduktan sonra yaşamının bir daha asla ama asla tekil olamayacağı....
Belki bu kitaptan çok etkilenmem midir bilinmez ama benim tavuk suyuna çorbam çok meşhurdur! Onu pişirdiğimi duyan herkes koşa koşa her zaman bana gelir. Gülden’in Tavuk Suyuna Çorbasının yerini hiçbir şey tutamaz! Yıllardır çorbamı içen herkesten aynı övgüyü alırım. Aileden gelen geleneksel bir terbiyeli tavuk çorba tarifidir bu. Benim annemden tek farkım içine Maggi tavuk suyu atmamdır!! Modern hayatın getirdiği yenilikle Maggi tavuk suyunu keşfetmemle birlikte çorbamın tadı her zaman mükemmeldir. Tavuk yağlı mı değil mi, tadı saman gibi mi yoksa değil mi beni hiç ilgilendirmez...
Tüm hayatım boyunca ne kadar çok eşim dostum içmiştir bu çorbayı. Özellikle hasta olan herkesin evine kilitli kapların içine gitmiştir Gülden’in meşhur tavuk suyuna çorbası. Çok teşekkür ve hayır duası almışımdır, sağ olsunlar. Da...... hayatımın komik bir şakası olarak ben her hastalandığımda hep sürüklene sürüklene ayağa kalkıp pişirmek durumunda kalmışımdır kendi çorbamı. Aksilik bu ya, her nedense hep hasta olduğumda en yakınımdakilerin bile inanılmaz yoğunlukta işleri olur. Ve hep ağlayarak pişiririm bu çorbayı kendi şifam içim. Çaktırmasam da bu benim yaralarımdan bir tanesidir. Hep aynı çocuklukla ağlamışımdır “ En çok hayatta bana hastayken kendi çorbamı pişirmek koyar” diye....... Ne acı bir durumdur bu...... Yine aynı korku ve endişe içinde kendime en son bu çorbayı ateşler içinde pişirirken, gözyaşlarım arabesk Türk filmlerindekinden çok daha hızla akarken birden mutfakta durdum ve düşündüm. “Genç kızlığımdan bu yana her hastalandığımda bu çorbayı kendi kendime pişiriyorsam, bunun bir nedeni olmalı!”
Evet ya, bunun bir nedeni olmalıydı. Egom kendime acımayı tercih ederken, özümde derinlerde bir yerlerde mutlaka bir şeyler olmalı ki bu durum her sene aynı oluyor. En yakın arkadaşımın bile en önemli toplantısı hep benim hastalığıma denk geliyorsa bunun bir nedeni olmalı!!! Her hastalığıma denk düşen kendi tavuk suyuna çorbalarımın ayrı ayrı hikayeleri oluyordu. Birden bunu fark edip ağlamayı kestim. Tıptı kitap serisi gibi....... Her bir çorbanın hikayesi bana ait, tıpkı o kitaptaki gibi..... Sadece bana özel ve doya doya yalnızlıksa yanlızlık ya da hastalıksa hastalık ama hepsi bana ait. Kendi gücüme, kendi özüme ait...... Birden kendime sordum “Ya başkasının çorbasına muhtaç olsaydım hayatta?” bu hoşuma gider miydi? Benim gibi özgürlük denizinin en demirbaş balıklarından birisinin hoşuna gider miydi bu? Tabii ki hayır!
Ya kendime bir tas çorba pişiremeyecek kadar insanlara muhtaç olsaydım? Ya başkalarının hayatını kendi hayatım diye battaniye gibi üzerime örtseydim? Ya bana ait olmayan bir tas çorbayı kendiminmiş gibi içseydim? Ya kendi gücümü kendi yaşamım için kullanamasaydım? İşte o an hıçkırıklar gözlerimden boşalmaya başladı ama bu kez farklıydı çünkü şükretmek için ağlıyordum. Sürekli şükrediyordum, her hastalığımda özümün bedenimi bir an olsun terk etmemiş olmamasına.... İyi günde, kötü günde her zaman kendi çorbamı kendimin pişirme gücüne sahip olduğum için şükrediyordum.
Başarısızsam başarısızdım, aptalsam aptaldım, hastaysam hastaydım ama her zaman kendimdim..... Kendi tavuk suyuna çorba serimi her seferinde büyük bir inançla pişiriyordum hayatımda....... benim olanda............

8 Aralık 2009 Salı

SPIELBERG’ÜN TORUNLARI İFTİHARLA SUNACAK!

İçinde yaşadığımız yüzyılda sonu gelmiş her türlü canlıyla ilgili gişe rekorları kıran filmlere imza atan Steven Spielberg’ün torunları, muhtemelen dedelerinden devralacakları büyük yapım şirketini ‘aynı hizmet anlayışıyla’ ilerideki dönemlerde de başarıyla yaşatacaklardır. Her türlü canlı yaratıktan dünyamızı ve üzerinde yaşayan insanları korumayı başaran Spielberg filmlerinin devamını izleyecek olan torunlarımız da aynı ekolden çıkma yapımlarla yaşadıkları yerle ve tarihiyle ilgili bilgilenirken, bizlerse çoktan gitmemiz gereken yere ulaşmış olacağız!
Dünyamıza düşen ilk uzaylıyı, sonu gelmiş dinazorları, askerlerin ölmeden önce neresine kaç kurşunu kaç dakikada yediğini, uzaylılarla aramızdaki bağlantıyı ve dünyanın sonu geldiğinde neye benzeyeceğini bugüne kadar bize her türlü gerçekçiliğiyle anlatan Dreamworks’te görevi devralan Steven Spielberg’ün sülalesi, içinde debelenmekte olduğumuz bugünümüzü torunlarımıza aktararak tarihimizi en çarpıcı şekliyle ortaya koyacaktır. Kanımca çekecekleri en önemli film ve dünyanın her yerinde gerek sinema olsun gerekse beyinlere yerleştirilecek kişisel çip gişesi olsun en büyük izlenme rekorunu kıracaktır.
Bu film ne mi olacak? Tabii ki, insanoğlunun türünün nasıl sona erdiği !!! Yok yok, bu sonu ne bir uzaylı saldırısı, ne bir terörist bombası ne de 2012’de beklenen doğal afetler zinciri getirecek. Gayet basit bir şekilde esas düşman aramızdan çıkarak insanoğlu bizzat kendisi gerçekleştirecek.
Bu bağlamda filmi tahmin etmek gayet basit olacak;
Once Upon a time, on earth...... (ay pardon o zaman çoktan simultane çeviri kartları insanın kendi hafızasına yerleştirileceğinden bizim torunlar bunu türkçe izleyecek)
Bir zamanlar dünya üzerinde kadın ile erkek arasında ‘evlilik’ adı verilen bir ilişki türü varmış.
Bu ilişki türünde erkek kadına evlenme teklifi edip ona soyadını verip ya bedende ya da zihinde bu ilişki türü sona erene dek tek yastıkta kocarlarmış.
Tek yastıkta kocadıkları zamanlarda ‘çocuk’ adı verilen hepimizin küçüklüğünü yaratırlarmış. Gün gelmiş erkekle kadın bu ilişkiden vazgeçip yastıkları ayrı evlerde tutma kararı almışlar.
O yastık senin bu yastık benim felsefesiyle geçen yıllar sonunda dünyaya artık tek bir ‘çocuk’ denen canlı düşmediğinden insanoğlu kendi türünü sona erdirmiş.
Son ekipte nalları diktiğinde, dünya üzerinde yaşayan tek bir çocuk olmadığından insanlar dünyayı kendi elleriyle dinazorlara, kuşlara börtülere, böceklere, deniz kaplumbağalarına terk edip gidecekler. Dünyayı kurtarmanın tek şansı, yeryüzündeki son ilişkiyi evliliğe çevirip onları tek yastığa taşımak olacak!!!
Spielberg’ün torunlarının iftiharla sunacağı ve gişe rekorlarını alt üst edecek ‘TEK YASTIK’ filmini izleyen torunlarımız da, allah allah biz de demek ki böyle canlanmışız diyecekler. Ve hiç vakit kaybetmeden, zaman makinasıyla 2010 yılına geri gelip (Back To The Future serisinde kolaylıkla yaptılar bunu da başaracaklardır) yeryüzündeki son ilişkiyi mercek altına alacaklar. Yeryüzünde son evlilikten dönen çifte yaptıkları bu hatanın bedelini ilerideki yüzyılda tüm dünya çocuklarının ödeyeceği özenle anlatmaya çalışılacak. Erkek ve kadına bir başkasının sorumluluğunu almanın aslında kendi sorumluluklarını almak olduğu, bir yastıkta kocamanın aslında yastık savaşı olmadığı, aile denen kavramın insanın kendisine verebileceği en büyük hediye olduğu, çokça bedende ter atmanın ileride ter bezlerinde kanserli hücre yarattığı, erkeğin anasından ve babasından maksimum 30’lu yaşlarda ayrılmasının sağlıklı olduğu, kadının parası olan koca aramasının göz altlarında daha çok kırışıklık yarattığı temaları işlenecek. Gülün dikeni, çubuğun sapı, kartımın kredisi, topuğumun köselesi gibi detayların aslında ‘tek yastıkla’ hiç alakası olmadığını harika bir sinematografik dilde aktaracak Spielberg torunlar belki de akışı değiştirmeyi başarırlar. Yoksa...............................................................................................................

2 Aralık 2009 Çarşamba

OBSESSUCTION İCAT EDİLSİN İSTİYORUM !

Kadınlar için en büyüt icatlardan birinin liposuction olduğunu düşünüyorum. Allahın verdiği vücudu tamamen tabiatına ters düşecek derecede değiştirebilmeyi sağlayan liposuction’da vücudunuzun neresinden memnun değilseniz, orasını gayet kolaylıkla ‘manken kıvamına’ getirebiliyorsunuz. İstenmeyen ve kötü gözüken yağlar vakum yöntemiyle çekilerek, kişi yepyeni bir görüntüye sahip oluyor.(bkz, tüm tv programları, magazin ekleri!)
Bu bağlamda, ben de obsesyonların tüm vücuttan vakumlama suretiyle çekilerek yepyeni bir insan olma formatını sağlayacak obsessuction’ın (obsesyon suction’nın kısaltması) icat edilmesini istiyorum!!! 34 bedenim, kendimi bildim bileli her zaman 34 bedendim. Doğduğum andan itibaren ne vermem gereken bir kilom olabildi, ne de yağlarımın birikme hissiyle herhangi bir diyeti bedenimde uygulayabildim. Tüm arkadaşlarım harıl harıl kilo vermeye çalışırken ben onların yanında her zaman uzaylı kaldım. Doğum yaptım, kesin durum değişir dedim, vücudum her şey oturunca tekrar kendi bedeni olan 34’e iniverdi. Fazladan vermem gereken 1 gram yağım yokken, yaşın ilerlemesiyle birlikte zihnimde oluşan saplantıları tartmaya kalksak, işte sanırım orada kesin 42 bedene denk düşecek kiloya sahibim.
Giderek artan ve bir türlü önleyemediğim obsesyon durumu artık tamamen benden ayrı bir kişilik olarak yaşamaya başladı. Benim için sabah evimden kalkıp işe gitmek, tüm çocukluğumu ve genç kızlığımı bir bavula koyup terk etmem anlamına geliyor. Durum değişir dediler, yıllar geçti ben her evden işe gitmeye kalktığımda neredeyse her sabah ilkokul anılarımdan oluşan bir demeti de çantama koydum. Değişmedi değişmedi değişemedi..... Herkes gibi bende haldur huldur trafik sıkışık, hay aksi yine yetişmesi gereken bir sürü iş var diye an’a girmek istiyorum. Olmuyor, yapamıyorum.... Trafik sıkıştığı an hemen kendimi suçlu hissedip evime dönmek istiyorum. Hani sanki eve döndüğüm an çocukluğuma kadar tüm geçmişime sahip çıkacağım. Mesela bence bu düşünce sistemi kalçada oluşan çokca yağa eşit! Alsınlar bu durumu zihnimden vakumla çekiversinler, ben de yepyeni bir insan olmak istiyorum. Magazindeki pırıltılı gülücükleri etrafa ben de saçmak istiyorum.
Evimden başka bir yerde yatmamın neredeyse imkanı yok, üniversite yıllarında herkes sırtında çantası oradan oradaya savrulurken en yakın kız arkadaşımın evinden bile gece yarısı dönüp kendi yatağım, kendi pijamam felsefesini gütmüşümdür. Bir başka evde yatıya kaldıysam, gerçekten çok değer veriyorum ve çok güveniyorum demektir ki bu durum benim için çok ama çok büyük bir kavramdır. Alsınlar bu durumu da zihnimden! Yazı yazmadan önce hala daha ne alakası olduğunu çözemediğim bir şekilde bulaşık makinasının içini boşaltmam gerekiyor. Yıkanan bulaşıklar tertemiz dolaplara yerleştirilmeden ben asla yazı için bilgisayarın başına oturamam. Herkes gibi sigara kokmak istiyorum, üzerime giydiğim kıyafet kendini 2 saat sonra çamaşır makinasının tamburunda dans ederken bulmasın istiyorum. Biri beni sevdiğini söylediğinde, nasıl bir çocukluk geçirdi de bu duruma geldi diye buhrana girmek yerine yaşasınnnnnnnnnn demek istiyorum. Proje hazırlarken, ya kabul olursa o zaman yaklaşık 3 ay sonra ne yazacağım diye başlayan kabusun daha hiçbir şey kabul olmamışken zihnimde ‘bitti diye çarpı’ konmamasını diliyorum. Ben de 34 beden manken gibi gözükürken, 34 beden manken gibi düşünmek istiyorum. Bana ne televizyonda herkesin alt beynine verilen kültürsüzlük mesajından, bana ne, kaplumbağalarının soyunu kurtarırken insanoğlunun evlilikten kaçması sebebiyle doğmayan çocuklar yüzünden öteki yüzyılda insan soyunun tükenmesinden. Bana ne dinin yanlış yorumlanmasından, bana ne kadın erkek arasındaki çizginin üst üste binmesinden!
Sabah kalktığımda dolaptan bulduğum ilk kıyafeti renk uyumunu düşünmeksizin, obsesyonlarımın vakumla çekilip alınacağı güzellik merkezine gitmek istiyorum. Sonra da önüme gelen ilk cafe’ye girip özgürce kahvemi içmek istiyorum................................

23 Kasım 2009 Pazartesi

KIRAÇ BU KEZ DE HARİKA “YOLCU”


Kıraç’ın müzik dünyasında çok enteresan bir yeri var. İnsanın duygularını bir anda fışkırtabilmeyi çok iyi biliyor bu adam. Bu yüzden de dizi müzikleri konusunda da oldukça başarılı. Son albümü “Yolcu”da yine harika bir iş çıkarmış. Herkesin memleketinden kalma gizli sandığındaki türküleri gün ışığına çıkartarak hepsini rock formatıyla müzikseverlere sunmuş. Çok da iyi yapmış, ellerine sağlık!
Albümü piyasaya çıkmadan önce Bostancı Gösteri Merkezi’nde verdiği tanıtım konserinde Kıraç herkesi o kadar güzel coşturdu ki, izlenmeye değerdi. Sahnede yeni albümünün taptaze şarkılarını söylerken o kadar güzel ambiyans yarattı ki, aklıma birden çocukluğum ve genç kızlık yıllarımın ilk dönemi düştü! Daha böyle yeni yeni büyümeye başlayıp da, birkaç bilgiyle kendimizi dünyanın hakimi sandığımız yaşlar vardır ya hani o yaşlarda hiçbir şeyi beğenmeyiz. Her şey özellikle de büyüklerimizin söyledikleri, dinledikleri, yedikleri içtikleri batar ya.... Biz hep onlardan daha iyi biliriz, onlar neyi bilirler ki dönemi... Ta ki hayatla karşılaşana kadar sürer gider bu çocukluk. Ama ne zaman ki hayat burnumuzu bir güzel sürter, tokatlar bir bir sıralanır yaşamdan, işte ancak o zaman büyüme kararı alır insanoğlu! Arkadaşlardan yenen kazıklar, aşıktan yenen tokatlar, para denen en büyük tuzak ve hiç yok yere gelen terk edilişlerle bir güzel acının hazzıyla büyürüz.(gerçi bu gruba dahil olmayan insanlar da vardır, kaç yaşına gelirse gelsin kendi gölgelerinden bile korktukları için hiçbir zaman büyümeme kararı alırlar, neyse konumuz onlar değil!)
İşte o çocukluk dönemlerinde klasınızı en çok düşürecek hareket ‘türkü’ dinlemektir! Yabancı dillerdeki şarkılar ne kadar üstün gelir türkülerden. Ya da pop müzik ne kadar moderndir. Ama, aman allahım türküler asla yanımıza yaklaşmasınlar!!! Sonra yavaş yavaş öğreniriz o kültürün, üzerinde yaşadığımız toprakların en büyük mirası olduğunu ve ne anlatmak istediğini. Ondan sonra da kişi, büyüme operasyonunu tamamladıktan sonra mutlaka kendine bir türkü seçer. Onu rastgele nerede duysa durur ve içli içli yakar türküsünü... Ve her hayattan tokat yediğinde arar bulur türküsünü derdini paylaşmak için. Özellikle milli bayramlarda, ya da özel günlerde sıkça bu türküyü paylaşır modernizmin en büyük yüzü olan internet ağında. Hiç beklemediğiniz insanlar bir anda facebookta bir türkü paylaşıverir; ya doğduğu memleketinin kurtuluş günüdür ya da onun için başka coşkulu bir gündür....
İşte özellikle bu açıdan bakıldığında Kıraç, çok takdir edilecek bir müziğe imza atıyor. Hem herkesin gizli sandığında kalmış türküleri rock versiyonunda günümüzün en modern haliyle sunuyor, hem de yeni gelen nesillere de bu kültürümüzü öğretiyor. O kadar da keyifli bir albüm yapmış ki, dinlerken coşuyor, yerinizde duramıyorsunuz. Bunları bir de harika sahne şovuyla sunmayı da başardı Kıraç ve ekibi. Bir tarafta dansçılar diğer tarafta koro ve yaylılara kadar özenle oluşturulmuş orkestra eşliğindeki gösteride tüm salon ayakta dans ediyordu. Ve işin en güzel tarafı, en çok eğlenen Kıraç’tı. İşini o kadar çok inanarak yapıyordu ki, her şarkıda daha da çok coşku veriyordu. Harika bir konserin ortasında çocukluğum ve bugünüm arasında gidip gelirken birden gözüm canım arkadaşım Cengiz Köroğlu’na takıldı. Kıraç’ın hemen arkasında bu harika ekibin parçası olan üniversiteden sınıf arkadaşım Cengiz öyle güzel çalıyordu ki gitarı, sanki içimden geçen tüm o ‘büyüdükte bak bugünlere geldik’ duygusunu fışkırtıyordu .....


16 Kasım 2009 Pazartesi

HAYATA BEKLEMEYE GELMEDİK !

Hayat göz açıp kapanana kadar çabuk geçer... Hele 30’dan sonra sanki doping ilacı almışçasına hızlanıverir aniden. Hepimizin ilkokuldan bu yana başlayan hayal listelerinin en parlak dönemi lise olsa gerek. Neler yapmak istemişizdir, neler.... Hepimiz o herkesten sakladığımız “gizli dünyamızda” nelerin hayaliyle yanıp tutuşmuşuzdur. Bir gün gelecek ve o hayal gerçekleşecek.... “O bir gün”ler nasılsa bir gün gelecek diye içimizde gizli gizli düşler kurarken, birden bire para kazanma ve hayatın geçim derdine giriveririz.

Ama hayal listemiz hep gönlümüzün en kral köşesinde yaşar durur. Gençken bir problem yok, nasıl olsa hayat bir gün bize bir boşluk yaratacak ve o çok istediğimiz gitar dersini alacağız. Ya da tiyatro eğitimini, Fransızca dersini, yağlı-boya resim kursunu... İçimizde herkesten gizli birileri Oskar Heykelciğini kaldıracak, Maya Kültürünü yerinde görecek, sevgilisine jakuzili odada sürpriz yapacak, saçını kısacak kestirecek, yogaya başlayacak...... hayat nasıl olsa bir gün bize bunları getirecek! Hadi ya... Size bir haberim var; hayat hiçbir zaman bize böyle bir fırsat getirmeyecek!!! Hayat her zamanki soyutsuzluğunda karşımızda durup bizi kahkahalarla izleyecek!
30 yaş sendromunun ne olduğunu hiç düşündünüz mü? Ben düşündüm ve kendimce bir kanıya vardım. 30 yaşına kadar yapmak ve sahip olmak istediğimiz hayallerimizi gerçekleştirme fırsatını kaçırdığımızın aynada suratımıza çarpması! Eeee sen Oskar Heykelciğini kaldırmayı çok istediysen be kızım neden gidip de oyuncu olmadın derler veterinere. Neyi bekledin be güzel veteriner hanım?
Her sabah gözümüzü açtığımız andan itibaren yaşamı bekliyoruz. Sevgilimizin bize evlenme teklif etmesini, metronun vaktinde gelmesini, terfi etmeyi, maaşımıza zam almayı, piyangodan büyük ikramiye çıkmasını, hayatımızın en büyük aşkının gelip bizi bulmasını, gitar dersi alacak boşluğu, Avrupa seyahatine çıkmayı, arkadaşlarımızla eğlenceye gitmeyi, çok zengin olmayı, evlenip çoluk çocuğa karışmayı, hükümetin değişmesini, doğal gaza zam gelmemesini, TV’de çok güzel bir filmin karşımıza çıkmasını, Var Mısın Yok Musun’da hiç tanımadığımız adamın 500 Milyar kazanmasını, tuttuğumuz takımın şampiyon olmasını bekliyoruz.... Bekliyoruz da bekliyoruz..... İyi de biz hayata beklemeye gelmedik ki! biz yaşamaya geldik; kendi hayatımızı, tüm hayallerimizi.....
Aslında hiçbir şeyi beklemiyoruz, sadece erteliyoruz... Erteledikçe erteliyoruz ve yaş ilerledikçe ertelenme durumu bizi umutsuzluğa sürüklüyor. Ne mi yapmalı? En basitinden başlamalı; elbise dolaplarımızdan mesela. Kaç zamandır atmayı düşündüğünüz ve bir bahane üreterek atamadığınız ne kadar çok giymediğiniz kıyafetiniz vardır. Atın onları, bekletmeyin! Aramanız gereken bir arkadaş, halletmeniz gereken devlet işi, atmanız gereken kağıt parçaları; atın hepsini bekletmeyin. Bir gün de uyanıp yıllardır zihninize gelip de ertelediğiniz şeyleri sonra değil de, şimdi yapın! Bir gün giyerim diyip de hiç giymediğiniz kazağı giymekle başlayın işe. Tamam kabul bunu yapınca belki Oskar’ı yine kazanamayacaksınız ama hayatınıza kendi ellerinizle en büyük ödülü vereceksiniz! Ya da seneye gerçekten “And The Oscar Goes To Turkey” olacak ...