31 Mayıs 2010 Pazartesi

Ey hayat sen bizi ne güzel büyütüyorsun!

Kaç dilediğin kadar, en güzel aşk filmindeki gibi, kaç tabana kuvvet hayattan; reddet, saklan, isteme, melankoli ol, mutlu ol, kendi başına buyruk ol, hatta ört tüm dertlerin üstünü, ben böyle istedim diye avut kendini, ben kazanırım de, ben kaybederim de, kaç alabildiğine hayattan, kazanırım de, söke söke alırım de, kötülük yapan kazanır de, iyilik yapanı iyilik bulur de, sığın türlü türlü düşüncelere.....
Kaç hayattan hadi yıllardır yaptığın gibi kaç hayattan, topukla tüm dertlerden, içki iç kafayı bul, meditasyon yap kafayı bul, dine sığın dualarla kaç hayattan, kariyer yap kendine sadece işini düşün, işsiz ol sadece kendini düşün, kaç hayattan sığın ailene, yedi ceddine, gelmişine geçmişine....
Kaç hayattan, müzik dinle, kitap oku, arkadaşlarınla makaraya düş, tak maskeni, çıkar maskeni, şans bu bulur beni de, hayattır gelir geçer de, ya ne olursun bir kez daha kaçsana hayattan.....Hadi kaç hadi hadi, ertelesene her şeyi.........
Yap, kaç, ertele; boz, kaç, ertele; kur, boz, ertele; yık, boz ertele; iftira et, kur, ertele, ağla, boz, ertele............
Hadi ne duruyorsun, hep yaptığın gibi kaçsana hayattan..............
Çiçekleri topla, mis kokularına aldan, çiçekleri sök, pislik yapar kokutur de, havadır bu ısınır de, havadır bu yağdırır de, malına sığın, mülkünle övün, arabanı değiştir, sahip ol her şeye ama var gücünle kaç hayattan................
Tek damla göz yaşı dökme, aman sakın ha, reddet o anını, kafanı yastığa koyduğunda küfür billat et herkese, suçla herkesi, hep haklılığını kanıtla, yüceliğini anlat, başarılarını dillendir, riyalarını taçlandır. Yalandır bu nasılsa kurtarır seni, hele bir de malın mülkün varsa kapat ki kapını kimseler yüzüne vuramasın riyakarlığını...........................
Hadi kaç hayattan, geliyor gümbür gümbür hadi ört kapını bacanı...........
Bunca yıldır yaptığın gibi kaç var gücünle hayattan, merak etme onun için tek bir an yeter sana hayatı hatırlamak için. Yıllarını verdiğin kaçışta 1 saniyede kalakalırsın, bakakalırsın öylesine çiçeklere böceklere. Ağzını bıçak açamaz o saniye. İşte o an yakalar seni hayat, tek bir anda büyürsün. Aşı gibi, ne kadar kaçarsan o kadar büyür korku, aşıyla iyileşmek yerine, amaç kaçışa dönüşür. Tedavi fikri, tedaviden kaçışa döndüğü gibi, ananın karnından çıktığın günden bu yana yaşamak yerine, bundan kaçmaya döner yaşam.
Döngüdür bu bir gün gelir bulur seni,
Nasıl güzel gülersin ağlarken, ne güzel ağlarsın gülerken.......
Ne güzeldir o aşı anında acı bittiğinde, olanı kabullenip hayatını yaşadığın an. Ne büyük keyiftir derme çatma da olsa sana ait olanı yaşamak.
Ne güzel bir özgürlüktür o, her an her yere gidebileceğini bilmek, tüm hayatın ve herkesin ve her şeyin sana ait olduğunu bilmek..............Ve senin her şeye ve herkese ait olduğunu bilmek.....
Kaçacak delik kalmadığında; Ne güzel demler hayat seni ne güzel büyütür......

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Siz hiç aşk podyumunda catwalk yaptınız mı?

Tüm spotların üzerinize çevrildiğini düşünün. Alabildiğine dik omuzlar ve başınızla, dümdüz podyumda ilerliyorsunuz. Herkesin bakışları üzerinizde; “ne kadar güzel ve özelsiniz” diye tepeden tırnağa inceleniyorsunuz. Ne oldu? Sadece mankenlerin mi podyumda yürüdüğünü sanıyordunuz?

Kavramlar, aklımıza sokulanlar, ezbere zihnimizde kalıplaşmış kalıplarla kaçırdığımız anlardan örülü yaşamımız. Uzun zamandır bu cümle kafamda. Her sabah bunu sorarak uyanıyorum. Diyorum ki, farklı insanlara bunu bugün sorayım. Ama buna hiç gerek kalmıyor çünkü gün içerisinde karşılaştığım herkes bana aşk hayatıyla ilgili anlattığı hikayede, kendi podyumunda kendi catwalk’ında ilerliyor. Farkında değil..... Nasıl davranmalı, bir yere giderken ne giymeli, öyle mi böyle mi yoksa şöyle mi?.... İlişkisi olanlar en önde onu izleyene doğru ilerliyor, ayrılıp da haber bekleyenler salonun gerisinde bir yerlerde kendisini izlediğine emin olup da spotlardan bir türlü göremediği ex’inin orada olduğunun bilinciyle atıyor her adımını. Bekarlar da; koca salon dolusu merakla izleyen gözlerden biriyle mutlaka ileride göz göze geleceğine emin....

Kısacası buna aşk hayatı diyoruz; kendi podyumunuzda hep catwalk yapmak zorunda kaldığınız ‘mükemmel gözükmeye çabaladığınız’ pastanın en önemli dilimi... Yaş ilerledikçe, podyumda profesyonelleşiyoruz; hangi kıyafetin bize yakışıp yakışmayacağını, hangi makyajdaki fırça darbesini yüzümüzün kaldırabileceğini zaman içinde ezbere biliyoruz. Bu deneyime de, yaş ilerledikçe değil de özümüzle buluştuğumuzda sahip oluyoruz aslında. Olay sokak defilesine dönüyor, herkesin ortasında hiçbir şeye aldırış etmeden dümdüz ilerliyoruz. Kilomuzla, yağımızla, kırışıklarımızla ve selülitlerimizle..... Ama aynı özümüzle; değişemeyen tek gerçek’le!!! Değişmeyen tek şey değişimdir kalıbının altında aynı özümüzle çıkıyoruz catwalk’ımıza, sadece sahne değişiyor. Ve bu nedenle de, en önemli defilelerde en çok ses getiren catwalk; “deneyim sahibi olup da tüm dünyanın tanıdığı o eskilerden birisinin finalde öylesine bir kendini gösterdiği an oluyor. O yaşlı oluyor, o kırışıklara sahip oluyor ama herkesten büyük alkış alıyor....”
Çünkü hiç aldırış etmiyor, sadece dümdüz yürüyor.....
Onu kabullenmiş insanlarla sadece dümdüz yürüyor....
Yaşarken ölmeye başardığımız an; sanırım hayat zaten catwalk

2 Nisan 2010 Cuma

Bir asansör macerası......

Bir kez daha çok net anladım ki, gazetecilik bir meslek değil. O insanın kanına işleyen bir virüs ve bir kez vücudunuza nüfus etti mi, çıkması asla mümkün olmuyor!

Bir bina dolusu insan düşünün ki, hepsi aynı anda farklı konularla ilgili yazıyor. Sürekli yazıyor, sürekli anlatıyor, sürekli çiziyor, sürekli anlatıyor. Şehrin göbeğinde olmanıza rağmen saatin hatta dünyanın bile farkında değilsiniz aslında dünyayı anlatırken! Bunun bu meslekte büyük bir geyik olduğunu düşünürdüm ama evet gazetecilik gerçekten kana işleyen bir virüsmüş. Sabaha karşı 4 civarında, yazılarımızı bitirmenin huzuru içinde eve doğru yola çıkarken, aklımdaki tek şey ertesi günü yazılacaklar ve yapılacaklar listesiydi. Taa ki, otoparkın asansörüne binerken anahtarlarımı unuttuğumu fark edene kadar.... O ana kadar sadece dergi vardı beynimde, sayfalar, fotoğraflar ve bir sürü detay ve inanın ki hiç yaşamadığımı fark etmemiştim. Gerçekten dünyadan kopuk bir şekilde yarattığım dünyamın içinde yetiştirilecek yazıların başlıkları ve spotları beynimden akarken bir anda nasıl oldu, onu da tam hatırlamıyorum ama “anahtarlarım nerde?” diye bir düşünce geldi aklıma. Önce gayet sakin bir şekilde çantama baktım; orda yoktu... Sonra paltomun ceplerini karıştırdım; orada da yoktu......yoktu da yoktu; anahtarlarım benim yanımda yoktu! Eve giderken anahtarlarım benimle değildi! Ve biz dergiden çıkan, üç kadın taksimin göbeğindeki bir otoparkın asansörünün içinde katlar arasında öyle bir debelenmeye başladık ki, anlatılamaz bir hikaye... Biri yukarı basıyor, çıkalım da anahtarları dergide mi unuttuk bakalım diye, tam zemine geliyoruz, diğeri bizi eve bırakacak araç gidecek diye tekrar otopark katına basıyor, ben anahtarlarım yok diye tekrar girişe basıyorum..... Ve evet gerçek şu ki, 3 kadın; şıkır şıkır giyimli 3 kadın bomboş ve kapkaranlık bir otoparkın içinde sürekli katlar arasında ve asansörün alarm sesiyle birlikte seyahat ediyordu. Biri gitmem lazım diyor, biri kalalım diyor bense “allahım sabahın 4’ünde sokakta kaldım?” düşüncesiyle panik atak öncesi sendorumu yaşıyorum. Sokakta kaldım! Ve dünya benim için durdu, mekanizma dergiye gidip yazıları yazıp eve gidip yatıp uyumaya öyle bir koşullanmış ki, hiç aklıma asansörde birlikte debelendiğim arkadaşlarımın evine yatıya misafirliğe gitmek gelmiyor!!!
Ve bu arada artık asansörün alarmı bizim sürekli tuşlara basmamızdan öyle bir ciyaklamaya başladı ki hepimiz bir anda gerçeğin farkına vardık! Çok net bir delilik sınırıydı bu, herkes evinde mışıl mışıl uyurken biz bir otoparkın içinde sinir krizinin eşiğindeki kadınlar gibi davranıyorduk. Ve en sonunda beklenen müdahale sevgili Ayşe’cikten geldi. Geldi gelmesine de, öyle bir gülme krizine girdik ki bu defa da gülmekten hareket edemiyorduk. Çünkü Ayşe’cik bizi asansörden attı! 2 elini de havaya kaldırarak bize ‘durun’ komutunu verdi. Çok haklıydı, artık beynimiz yorgunluktan hiçbir şeyi düşünemiyordu ve tüm gece boyunca işte ondan komut aldığımızdan bir kez sevgili beynimiz onu dinleme kararı almıştı. Ve ondan sonra trafik polisi gibi “sen dur, sen de asansöre gel” diyerek önce bizi gruplara ayırdı. Ve biz son derece itaatkar bir şekilde onu dinleyerek olayı çözdük! Sonuçta anahtarım masamın çekmecesinden çıktı ve ben eve girdiğimde gülmekten çok uzunca bir süre uyuyamadım.... Evet gazetecilik insanın kanına işleyen bir virüstü, ne uyku ne de başka bir şey sizi yazacağınız yazılardan geri alamıyordu! Bazen içindeydik hayatın bazense dışında...

20 Mart 2010 Cumartesi


KISMETİME ISIRILMIŞ ELMA DÜŞTÜ!

Adem ile Havva’nın elmasını aradık durduk yüzyıllardır. Hadi canım itiraf edin; aramıyorum diyenler gizlice, diğerleri de avaz avaz aradı durdu o elmayı. Kimisi aşkın meyvesi dedi, kimisi lanetli anın başladığı şeytanın ters pabucunun teki dedi. Dedi de dedi, kaçtı da kaçtı, koştu da koştu, kavuştu da kavuştu; terk de etti, terk de edildi. Ama her şeyin başı o elmanın ilk ısırığıyla başladı!

Sorgulamayı bırakıp, her yeni güne ‘merhaba’ derken etrafımdaki herkesten müjdeli ve müjdesiz haberler alırken, bendeniz de elmanın ısırılmışına denk düştüm! Herkese bir bütün elma düşerken, kader kısmet meselesi işte bana ucundan acık ısırılmış olanı denk geldi! Evet onunla gayet iyi anlaşıyoruz, ona bir şey dediğimde beni dinliyor. Ben de onu dinliyorum, gayet seviyeli bir ilişki içerisinde yaşayıp duruyoruz kendisiyle. Üstelik hata yaptığımızda geri de alabiliyoruz. Hem de tek bir tuşla! Nasıl mı? Sanal alemde, maskeli baloların sürdüğü şu günlerde, herkesin egosunu kimlik yerine koyduğu paylaşım sitelerindeki tüketim ilişkilerinden ‘tabii ki’ bahsetmiyorum. Ben pek sevgili “iMac”ten bahsediyorum. Son aşkım, her şeyim ve kendisiyle bütünleştiğimi hissettiğim iMac... Neden bunca yıldır onsuz yaşamışım, nasıl ona hiç el atmamışım, anlamıyorum. F klavye kullanıcısı olan demode ben, yıllardır aldığım her bilgisayarın tuşlarına F klavye düzeninde harfler yapıştırarak ömrümü boşa harcamışım. F klavye aşığım, onunla öğrendim 10 parmak daktilo yazmayı ve ondan hiç vazgeçemedim. Ve benim pek sevgili iMac’im de F klavyesiyle, bana hayatımın en mutlu dakikalarını yaşatıyor. Onda bulduğum huzur, başına geçtiğimde yazdıklarımı ona iletmem, birlikte sayfa düzeni yapmaya çabalayarak debelenmemiz bile romantik! Buraya böyle yazdığıma bakmayın, daha başındayım işin! Henüz yüksek sesle durmadan komutları ezberliyorum. Bu kez elmamla ilişkimin mükemmel olmasını istediğim için, her şeye çok özen gösteriyorum. Bence o da biliyor, başına geçtiğim zamanı ve son derece toleranslı davranıyor. Elma c, elma v...... tüm günüm böyle geçiyor. Eve dönmek istemiyorum, elmamdan ayrılmak istemiyorum. Ben tam bir Mac insanıymışım ve bunu yeni keşfettim! Herkesin gözünün içine bakıyorum onun başına geçeyim ve onunla birlikte sayfaları yapayım diye....Sevgili Ayşecik de, sabrıyla bana hayatımın hediyesini veriyor. Çünkü elmam aslında Ayşecik’inJ ve ben her seferinde dana gibi sayfayı kaybettiğimde Ayşecik müthiş bir sabır içinde ‘gülden’cim elma z yaparsan, hayatında kaybettiğin her şeyi sana elman geri getirir’ diyo. Elma z yapıyorum; eğrisiyle doğrusuyla tırnaklarımla yaptığım her şeyi elmam geri getiriyor bana. Ayşecik’ten öğrendim bunu, o da evde bir şey ters gittiğinde elma z diyormuş! Ev atmosferinden henüz bir cevap alamamış ama olsun elmamız bize her şeyi getiriyor. Anlaşıldığı üzere, tüm ekibime sabrından dolayı teşekkür etmemiz gerekiyor. Ah o sayfaları nerelerde nasıl kaybediyorum, elim ayağım titriyo o bembeyaz fare’ye tıkladığımda.... nasıl sapır sapır titriyorum heyecandan. Ama belki de hayatımda ilk defa yaptığımı, tamamladığımı sandığım işlerimi gerçekten tamamlamak üzere masaya oturuyorum. Elmam bana, hayatı bir kez daha gözden geçirmemi gösteriyor. Bitti, gitti sandığım yazılarımın tasarıma yerleştirilmesi ve acımasızca yaptığım tüm hataları en büyük ekranda gözümün önüne getirmesi ve en önemlisi de birlikte telafi etme şansı tanıması bana yepyeni bir felsefe kazandırmak üzere... Ayşecik biraz yoruluyor, bunalıyor ama daha çok buluşacağım elmamla. Daha çok vakit geçireceğim onunla, her komutunu öğreneceğim taktım kafaya. Bu kez kaderimi yazmakla kalmayacağım, aynı zamanda onu çizeceğim de! Elmamın ucundan acık ısırılmış ama geri kalanı bana ait, tamamen bana ait. Bende F klavye geçmişimle ona aitim!

1 Şubat 2010 Pazartesi

KADINSAL REKABETLER- BÖLÜM 1

Her kadının en büyük yarasıdır, kadınsal rekabetler. Ne aşk acısıdır onu üzen, ne de bir erkek tarafından yaşadığı yıkımıdır. Bir kadını en çok yıkan tek şey, hem cinsi tarafından ‘çerezden sebeplerle’ uğradığı saldırılardır. Kadın olmak çok zordur; bir erkek bunu asla bilemez. Erkekler, kadınlarla kadınların ilişkisini çözmeden bu dünyayı değiştiremezler. Konu başlığı Adem ile Havva görünür ama Havva ve yakın arkadaşlarıdır en büyük problem!
Ortası yoktur kadınların; ya en yakın dostluklara imza atarlar ya da en büyük düşmanlıklara. Ortası yoktur kadınların, öyle havadan sudan konuşarak birbirlerini idare edemezler. Ortası yoktur kadınların, asla hemcinsleriyle kuralına uygun rekabet edemezler. Ya ölümüne dostluktur ya da ezeli rekabettir onların kitabı.
Kadınlar genellikle kadınlar için giyinirler, süslenip püslenirler. Hep bir kadın mutlaka bir diğerinden daha üstündür. Her zaman bir kadın mutlaka bir diğerinden daha seksidir. Hep bir kadın ötekisinden daha mükemmeldir. Mümkünatı yok eşit olamazlar. Ondan sonra da ‘kadın-erkek’ eşitliği isterler. Kendi aranızda eşitliği sağladınız mı ki de karşı takıma bulaştınız demek lazımdır kadına. Hep en doğruyu tek bir kadın bilir; yeryüzünde başka bir kadının o doğruyu bulmasının imkanı yoktur. İşte bu noktada en mükemmel olan kadınlarla, o mükemmelliğe erişmeye çabalayan kadınlar 2 ayrı grupta yarışırlar bu hayatta. Ezeli rekabettir bu....... Bitemez, bitirilemez.........Sular durulsa da başka bir kadın bulunur karşı takımdan ‘üstünlüğünü’ taslamak için. Ondan sonra da veryansın erkeklere!!! Ne erkekler Mars’tan geldi ne de kadınlar Venüs’ten. Herkes aynı yerden geldi de kadınlar ortasında Venüs1, Venüs2 kod adlarıyla dünya enerjisini değiştirmeye kalktılar.
Sonra da çamuru bir güzel erkeklere atmayı becerdi kadın ırkı. ‘Onlar bizden çok farklı düşünüyorlar’ ya da ‘biz duygusalız, onlar mantıkla hareket ediyor’ ya da ‘biz vericiyiz onlar bencil’ çamurlarıyla bir güzel erkekleri sıvayıp bir de onları bu modele sokmayı başardı kadın ırkı. Erkeği çığırından kadın ırkı çıkardı. Venüs2 kod adlı grup, varolan tüm dengeyi alt üst etti. Venüs1’e de bir güzel kıçının üzerine oturmak kaldı.
Erkeklerin nesi farklı diye tüketilen onca nefese hiçbir sonuç alınamadı. Alınamazda; olay çok basit. Onlar ezeli rekabeti yaşadıkları takımla en azından 90 dakika boyunca centilmence yarışmayı başardılar. Tüm dünyanın en popüler sporu olan futbol, erkekleri anlamak için en büyük ayna. Santraya top konduktan sonra çalınan düdükle, yer yer faulde yapılsa kırmızı kartla birbirlerini açık yüreklilikle oyun dışına çıkarmayı ve buna tahammül etmeyi başardı erkek ırkı. En nefret ettiği adamı ayağındaki topla bir güzel çalımladı. Ve golünü de doksana takmaya başardı erkek ırkı. Erkek ırkı kendi ırkına tahammül etmeyi başardığı için futbolu sevdi, canını kanını verdi. Gruplarını adlı adınca en başından ayırdı. Ben busporum sen şusporsun, yerini ve kaleni bil dedi. Kadın ne yaptı? Hiçbir zaman rengini belli etmedi kendi ırkına.................
Kadındı her zaman kadını satan.
Kadındı her zaman erkeği çileden çıkaran.
En yakın kadın arkadaştı bir diğerini hançerleyen.
Kayınvalideydi oğlunu karısına düşman eden.
Eltilerdi, görümcelerdi birbirlerini hiç tanımadan düşmanlık bayraklarıyla atlı akınlarca aileleri fethetmeye gelen.
Kadındı bir diğer kadını aldatan.
Ve ne enteresan ki yine bir kadındı kadına sahip çıkan. Tamamen şizofrenik bir durum. Kimse çözemez, uğraşmayın. Kimse kadınları santrada buluşturamaz.
Ya en yakınısındır kadının ya da ezeli rekabeti ama asla rengini belli etmeden........................................

24 Ocak 2010 Pazar

EN BÜYÜK MUCİZEMİZ, KENDİ DEĞİŞİMİMİZ...



Herkes bir mucizenin peşinde... Kapitalizm getirdiği alt başlıkların içinin bir türlü doldurulamamasından kaynaklanan özgürlük kavramının açamadığı tek kapı, kişinin kendi kapısı! Mucize dediğin şey, küçükken bize öğretilen masallardaki gibi ‘sihirli değnek’ ile olmuyor. O sihirli değnek sadece masallarda, filmlerde var oluyor...
Etrafınıza bir bakın, büyük bir dikkatle sadece hayatınızda o gün karşınıza çıkan insanlara bir bakın sonra da kendinize bir bakın. Bakalım hep beraber kendimize ve etrafımıza. Bir kerecik olsun o gün yaptığımız tek şey büyük bir dikkatle hepimize bakmak olsun. Sonucu tahmin etmek çok kolay; herkes büyük bir mucizenin peşinde. Beklenilen mucizenin adı farklı olsa da, kavramı ortak; her şeyin bir anda değişip de o büyük mucizeyi yaşamak.... Sanal ortamda yazılan iletiler, konuşulan konu başlıkları, dinlenilen şarkılar, beğenilen filmler; hepsi o beklenilen büyük mucizenin kapısının açmak için bir işaret olup olmadığına dair beklentinin en büyük kanıtı. Son zamanlarda hızla yayılan kişisel gelişim metotlarında uygulama tarzı ne olursa olsun, size sorulan tek soru var: “Peki o mucize gerçekleştiğinde sen nasıl birisi olacaksın?”. Verilen cevaplar çok içten ve inanın hiç birimiz o anki kendimizden bahsetmiyoruz. Bambaşka bizden bahsediyoruz enerji frekanslarını yükseltirken. Bu kadar basit, sihirli değnek değil belki ama sihirli anahtar işte tam da burada yatıyor. Bambaşka biz!!! Hiç tanışmadığımız kendimiz, ortaya bir türlü koymaya cesaret edemediğimiz kendimiz. Tam ağzımızı açtığımız anda, susup da sonsuza dek sakladığımız kendimizde yatıyor en büyük mucize. Kendimizden korkmamızdan kaynaklanıyor onca acı yaşam....
Önce biz değişmeliyiz ki yaşam değişsin, yaşamımıza giren insanlar değişsin ve olaylar değişsin; önce geminin kaptanı değişmeli. Yeni rotalar, farklı manzaralar görebilmesi için. Değişim dediğin en büyük mucize içteki değişim; ilkokulda öğretilen soyut kavram, hani elle tutamadığımız gözle göremediğimiz soyut kavram. Gidip de materyalist dünyadan bir değişimle kendimizi kandırmanın bir alemi yok. Saçımızı başımızı değiştirip, bir araba almak ya da giyim tarzını değiştirmek değil bu mucize. O saçı neden değiştirdiğini bilen, o arabanın ona nasıl bir mucizeyle geldiğini kavrayan ve yepyeni giyim tarzının altında büyük bir mutluluğu taşıyan ruhsal değişim... Ne kadar zor di mi? Bunca yıl geliştirdiğimiz kabuğumuzu bir anda terk edip çırılçıplak kalmak? Sonra da çırılçıplakken de her şeyimizi paylaşabildiğimiz başka çıplaklığın bize gelmesini bekliyoruz!
Komedi içimizde, ta kendimizde...
Aile kurmak isteyen bir kadın bunu sadece diliyor ama eline viledayı alıp da tek bir gün yaşadığı alanı temizlemek aklına gelmiyor. Ama oturmuş mucizeyi bekliyor. Kocası ve çocukları olduğunda nasıl da huzurla temizlik yapacağını anlatıyor. Ama kendi başınayken bunu yapmak aklına bile gelmiyor.
Aile kurmak isteyen erkek, ailesini nasıl yaşatacağını anlatıyor.
Ama yaşadığı evden çıkmak hiç aklına gelmiyor. O gün sahip olduğuna senin evin orası benim evim burası diye özgürlük bandosu çalıyor. Sonra da o ayrı yaşamların birleşmesini bekliyor.
İşini değiştirmek isteyen kişi, dünyaya kavgacı gözlerle bakıyor. O yepyeni işinde nasıl huzur bulacağını anlatıyor. Sonra dönüp kendisiyle kavga ediyor.
Kitabını bitirmek isteyen kişi, bunca yıldır biriktirdiği gözlemlerini herkese sunduğunda ne kadar büyük bir rehberlik yapacağının neşesiyle hayal kuruyor. Ama bunu söylerken, biriktirdiklerini kendini uygulamayarak kendini kendi rehberliğinden yoksun bırakıyor.
Yepyeni yaşama başlamak isteyen herkes, her gün aynı şeyi yapıyor. Her dakika aynı rutine teslim oluyor. Her sabah aynı şekilde uyanıyor, aynı şekilde yaşıyor, aynı korkaklıkla kendini kendinden saklıyor ve aynı maskeyle gece uykuya dalıyor. Ondan sonra da ertesi gün saatinin alarmının farklı çalarak mucize bekliyor.
Yediğin yemeği değiştirmek, hiç giymediğin çorabı giymek, şu ana kadar hiç yapmadığın bir şeyi içinde herkeslerden sakladığın kendinle yapmak en büyük mucize bence...
Bu iş öyle son zamanlarda herkesin enerji işiyle dalga geçtiği kadar basit değil. Evrenden istediğin her şeyin sana gelmesi için önce çırılçıplak kendinle yüzleşeceksin. Kendini masaya koyacaksın. Günlerce gecelerce sadece kendinle buluşacaksın. Egonu öldüreceksin sonsuza dek. Hayattaki en zor şeyi, her şeyini bildiğin ve tüm kötü ve iyi günlerini yaşadığın kişiyi kabulleneceksin önce. Kendini kabulleneceksin ve teslim olacaksın. Öleceksin sonsuza dek ki, yaşabilesin kendi mucizende. Sana kalkan elleri izleyeceksin elini bile kıpırdatmadan. Sana gelen küfürleri duyacaksın içine hiç almadan, kendini sevmekten hiç vazgeçmeden. Seni terk eden herkesi izleyeceksin ve içindeki o en büyük mucizeyle onlara sadece “güle güle” diyeceksin.

Her son yeni bir başlangıç içindir......................................................................
İçinin nasıl doldurulacağı bize kalmış.............................................................
DVD Player da yeni filmi izleyebilmek için, öncekinin bitmiş olması gerekir; yarım da kalsa tamamlanmış da olsa yepyeni film için o varolanın bitmesi gerekir.........................................
İzlediğin insanlarla birlikte yepyeni bir DVD’yi makinaya koymak yeterli.............. bu kadar basit ayağa kalk ve yeni filmi koy. Yanında da patlamış mısır yerine bambaşka bir şey yemeyi dene, ilk defa. Hani o hayalinde çok istediğin mucizede sahip olmak istediğin bir tabak ya da bir fincan ya da bir bardak ya da bir parça ya da........................

18 Ocak 2010 Pazartesi

KÜLTÜREL İSTANBUL (I)

Yeni yıla girerken, yapılan çokça olumlamaların ve meditasyonların sonucunda İstanbul’un hemen atağa geçerek 2010 Kültür Başkenti seçildiği kanaatindeyim. Kuantum olayı bu, bir kere sıçradı mı sıçrar da; önemli olan yakaladığın frekansta sürekliliği sağlamaktır. Bu yüzden, maalesef ki diğer tüm şehirlerimizin dışında İstanbul’da yaşayan herkesin bu sürekliliği büyük bir sosyal sorumluluk bilincinde yaşatmak artık hayatlarının birincil görevi olmak zorunda. Ayrıca şehrimize gerek turistik gerekse iş icabı ziyaret edecek herkesin bu Kuantum Sıçraması’nı yakalaması gerekmektedir.
Bakınız bizlere, İstanbul’da yaşayan ve artık Kültür Başkenti’nin ruhunu yaşatacaklara...... O meşhur çalgılı çengili kutlamaların ardından Pazar sabahı uyandığımızda neyle karşılaşıp Kuantum tarafından sıçramak zorunda kaldık dersiniz? Tabii ki sevgili İski ile! Pazar sabahı Kültür Başkenti’nin ruhunu yaşatacağımız ilk ulvi günümüzde uyandığımızda sularımız kesikti! Allah allah dedik ama gereksiz bir yakınmaydı bu çünkü bizler artık Kültür Başkenti’nin ruhunu sonsuza dek yaşatacak ve 365 gün boyunca bunu tüm dünyaya kanıtlayacak vatandaşlar olarak biraz uyku sersemi biraz da Kuantumun verdiği sınama gazıyla evrenden bizlere gelen mesajı algılamaktı biraz zorlandık. Ama yaklaşık 1 saat boyunca sabah saatlerinde en aktif hareketlerini yaşamak isteyen ve suların kesilmesinden dolayı baskı altında tuttuğumuz bağırsaklarımız, gözlerimizden akan sarı sularımız, saçlarımızdan yayılmaya başlayan yağ ile yaşadıktan sonra olayı kavradık! Bizler tıpkı 14. Louis gibi asil olmak zorunda ve her şartta asaletimizi Kültür Başkenti’nin ruhuna uygulamak zorundaydık! Kültür Başkenti olduktan sonra öyle sular gürül gürül aksa içimizdeki asaleti nereden hissedecektik ki? İmkansızdı....
Sevgili İstanbul’umuz bizlere susuz ortamda bağırsaklarımızdan gelenleri özgürce tuvaletlere bıraktıktan sonra popolarımızı ‘yüzeyi kremlenmiş ve özel parfümlü ıslak mendille’ temizlemeyi yaşattı. Popolarımızdan yayılan bebekimsi kokularla hemen olay mahallini terk edip çekilemeyen sifonların yanından çok kültürlü bir şekilde uzaklaştık. Kültürel olayın bir diğer parçası olan vücut kokumuzu da parfüm şişelerini kirli bedenlerimize asilce sıkmak suretiyle hallettik. Yüzümüz, popomuz, elimiz, ayağımız çeşit çeşit parfüm kokularını evrene yayarken bizler kültürlü olmanın verdiği dayanılmaz hafiflik ile meşhur Pazar kahvaltılarımıza doğru yola çıktık. Bedenimiz kültürlendikten sonra, evde susuzluktan kahvaltı edemediğimiz için hafif sosyetik bir kültürel ambiyans içeren bulduğumuz ilk kafelere kendimizi atarak karnımızı doyurduk! Budur işte, aradığımız tüm soruların cevapları budur! Kültür Başkenti oldukta ne olduk diyenlere cevap birinci dakikada geldi. Fransız Sarayı’nın bahçesinde gezinen en kültürlü Avrupalı’dan hiç farkımız yoktu. Küçük bir ayrıntı; onlar bunu 14. yüzyıl civarında yaşayıp bitirmişlerdi bizlerse ancak Kuantum Sıçramamızı tamamlayıp 2010’da adamların yaşadıkları kültürel mirasa erişebildik........... Bu su ile ilgili yaşadığımız gelişmeydi, daha bunun havası var, toprağı var ve de ateşi var. Allah tüm İstanbul halkının yardımcısı olsun.......

12 Ocak 2010 Salı

MEZZALUNA SINIFTA KALDI...

Kendisi, İtalyan restoranları arasında en favorimdi. Üstelik, açıldığı bir çok zincirle, nereye gitsem bana İtalyan mutfağının en harika menüsünü bavulumla birlikte sunardı. Taa ki, geçen gün Kanyon’daki şubelerindeki ‘o olayı’ yaşayana dek!
Hiç fark etmemiştim bugüne dek, hiç ama hiç fark etmemişim. Yeni fark ettiğim için kendime mi kızayım, bugüne dek etrafımda hiç kimsenin bundan bahsetmemesine mi şaşırayım ya da Mezzaluna’yı cesaretinden dolayı kutlayayım mı, karar veremedim. Müslüman dünyasındaki en büyük tartışmalardan biri olan ‘domuz eti yeme- yememe’ meselesine ilk kez bu kadar endişeyle bakabildim. Ben her zaman domuz eti yerim, çocukluğumdan bu yana yerim, yalan söyleyecek durumum; ihtiyacım hiç mi hiç yok. Bu tür alt başlıkların hoşgörü başlığı altında toplandığına inanırım. Yiyen yer, yemeyen de yemez. Bu bir tercih meselesidir. Ve, attığımız her adımda olduğu gibi domuz eti konusunda da, herkesin birbirine hoşgörülü davranması gerektiğine inanırım. Her neyse, geçen hafta çok mutlu mesut bir şekilde son zamanların en havadar alışveriş merkezi olan Kanyon’a gittiğimizde ‘hadi pizzaaaaa yiyelim’ dedik. Bir güzel Mezzaluna’ya kurulduk. Hemen menüyü istedik, ki ben her zamanki favorimden yiyeceğim için menüye bakma ihtiyacı bile hissetmedim. Derken masanın sorusu ‘ne yiyeceksin’ yerine ‘domuz etsiz bir şey yok mu?’ya dönüştü. İlk başta inanmadım, verin bakalım şu menüyü bulurum ben size dedim. Mezzaluna’nın menüsünde aradım taradım ama domuz etsiz bir salam ya da jambona rastlayamadım....... Bir kez daha derin nefes alarak menüye en baştan baktım ama yok! Domuz eti yemiyorsanız, Mezzaluna’da seçebileceğiniz tek şey etli ya da kurutulmuş etli pizza. Ama pizza demek salam-jambon demek! Benim için bir sorun yok çünkü favori pizzam gözümün önünde onu sipariş etmemi bekliyor. Ama yanımızdaki kişi için çok büyük bir sorun çünkü o domuz eti yememeye inanıyor. Ve hoşgörü zinciri altında bunun kadar normal bir şey yok. Yok da, Mezzaluna’da neden dana salamı yok? Oradaki yetkiliyi yanıma çağırdım. ‘Biz bulamıyoruz di mi?’ dedim çünkü o kadar eminim ki, müslüman bir ülkede restoran açıyorsan, o ülke insanın geneline uygun hareket etme saygısını mutlaka göstermelisin. Ama sıkı durun, hayır hem de gerçekten hayır; Mezzaluna’da dana menşeli hiçbir şey yok; etlilere geçmek zorundasınız. Orada çalışanlara göre, bir problem yok çünkü tadı aynen salam gibiymiş!!!
Nasıl yani ya???? Pardon ama nasıl yani? Müslüman bir ülkede para kazanacaksın ve müslümanlara böyle bir dayatmada bulunacaksın? Yok öyle bir şey, kusura bakmayın. Bu ülkedeki her taşın altında hepimizin ödediği vergiler var. O restoranın kazandığı her kuruşta müslüman cüzdanı var! Domuz eti yiyen birisi olarak bunu çok ciddi bir dayatma olarak algılayarak, hayatımda ilk defa Mezzaluna’dan yemek yemeden kalktım. Bu yazıdaki amaç, dini başlıklar altında klişe sorunları gündeme getirmek değil. Bu yazının amacı dayatmalara hayır demek! Patronun yaptığı dayatma, cahillerin yaptığı dayatma, ailelerin yaptığı dayatma, arkadaşların yaptığı dayatma,..... Dayatma da dayatma! Ama gerçekten de bize hiçbir şey dayat-ma! Nasıl ki bir hristiyan ülkeye gidip müslüman dayatması yapamayacağına göre; aynı şekilde müslüman ülkede de bir hristiyan dayatması yapılamaz. Hele hele kapitalist dünyanın getirdiği çoklu seçenek kavramında buna hiç ihtiyaç bile duyulmaz. Gidersin dana jambonlu, salamlı pizzaları başka bir luna’da yersin! Hoşgörü burada nasıl işleyecek? Mezzaluna orada duracak, ona her zaman hoşgörülüyle dışarıdan bakılacak ve başka pizzacının para kazanmasını sağlanacak!
Bu arada, öyle dünya para vererek markalaşma konferanslarına filan katılmaya hiç gerek yok. Markalaşma çok basit bir şey! İlk önce bulunduğun ortama uygun hizmet vereceksin ki, kaliteni kanıtlayacak ardından da adın marka olacaksın. Bakınız Coca Cola’ya, ramazan ayında herkesten daha müslüman reklamlarla hepimizin evini şenlendiriyor. Zannedersin ki, adamların büyük büyük büyük babası müslüman da içlerinde bir uhde kalmış. Hayır efendim onlar gerçek bir marka ve her şeyden önce bulundukları coğrafyaya göre hizmet veriyorlar.

6 Ocak 2010 Çarşamba

AŞKA RUHUNU KAT – SOUL KITCHEN

Nasıl olsa izleyeceksiniz; Fatih Akın’ın son filmi Soul Kitchen’ı kaçırmanız kadar talihsizce bir şey olamaz. Yurtdışında doğup-büyümesinden faydalandığımız medar-ı iftiharlarımızdan biri olan Fatih Akın, çok sade bir şekilde yaşamdan harika bir kesiti çok eğlenceli bir sinema şöleni halinde kucağımıza sunuvermiş. Filmin konusunu, ne olduğunu, ne yaptıklarını zaten herkes yazdığı için bir kez daha burada hepinizi baymanın anlamı yok. Mutlaka izleyin diyorum, yaşamda eğer yolunuzu kaybettiğinizi hissediyorsanız, hep tersliklerin sizi bulduğunu düşünüyorsanız, izleyin ve hayatın içindeyken nasıl ‘saplandığımız’ konular yüzünden başımızı kaldıramadığımızdan hayatımızın değerini kaybediyoruz, görün.
Zaten filmin afişinde John Lenon’un meşhur sözü “Hayat, sen başka planlar yaparken başına gelenlerdir” diyerek her şeyi özetliyor. Fakat, filmden öte benim burada paylaşmak istediğim bambaşka bir konu var. Yıllar evvel bir arkadaşım o zaman çalıştığımız gazeteye nefes nefese gelip “Gülden sana çok enteresan bir şey söyleyeceğim’ demişti. Beni kolumdan tuttuğu gibi bilgisayarın başına oturtmuştu. Astroloji ve evrensel olaylara (!) çok ilgim olduğunu bildiği için bana müthiş bir hediye sunmak üzere olduğunu anlamıştım. Bir internet sitesinde Fatih Akın’ın doğduğu gün ve saatini bulmuş. Sayfayı açtığı an hepimizden bir anda bilgisayar ekranına doğru hızlı bir yaklaşım ve aynı ayna ‘nasıl yani?’ cümlesi çıkıvermişti.
Evet işte şimdi burada yazacaklarım da, benim kendimle ilgili, kontrolüm dışında gelişmiş olan doğum anımla ilgili gurur duyduğum konudur. Her zaman övünürüm, Fatih Akın yurtdışında ödüllere boğuldukça, züğürt tesellisi şeklinde böbürlenerek müthiş keyif alırım. Çünkü Fatih Akın ile doğum günümüz ve saatimiz aynıymış! Tek fark onun Hamburg benimse İzmir paralel ve meridyeninde doğmuş olmamız! Öyle aynı gün deyip geçmeyin, nasıl benim kimlik kartımda 25 Ağustos 1973 yazıyorsa, Fatih Akın’ınkinde de 25 Ağustos 1973 yazıyor; eeee her baba yiğide nasip olmaz bu büyük şans, di mi? Bırakın da her zaman övüneyim! Kimlik kartının dışında, evimde her zaman kahkaha malzemesi olan fiziksel benzerlik ise ayrı bir konu. Geçen gece Okan Bayülgen’in Disko Kralı’na katılan Fatih Akın’ı izlerken, biz gülmekten tabii ki tam olarak izleyemiyorduk. Bir ara sanki ben bakıyorum gibi bir bakış yakaladık. Ve programın bitiminde, 18 yıllık dostum her şeye damgaya vuran sözü ortaya koydu; ‘Sanırım Allah o gün doğan herkese aynı kara gözü, kaşı, saçı ve çılgınlığı vermiş’ dedi. Ne yapayım şimdi ben? Tabii ki bu kadar büyük cesarete ve başarıya sahip ve artık dünyaca ünlü sinemacının sırtından kendimce prim yapayım di mi? Şaka bir yana, Fatih Akın ve onun gibi adamlar çok önemliler. Oturduğunuz yerden size aynayı tutuyorlar. Hiçbir ağdalı dil, özenti kamera hareketi, üst düzey dil kullanacağım da kendimi kanıtlayacağım kaygısı-egosu gütmeden, ‘buyrun arkadaşlar gerçek budur’ diyorlar. Çok da iyi yapıyorlar. Ellerine sağlık.
Aşka Ruhunu Kat demiş Fatih Akın son filminde.......
Çok iyi demiş........
Kat artık aşka ruhunu......
Koy ruhunu masaya, çek salt bedenini, bırak yağlı olsun hafif buruşmuş olsun boşver sen ruhunu kat aşka.......
Hayatın tadı tuzu olsun aşkında yaşadıkların; bazen acı biberli günler, bazen turşu gibi ekşi geceler. Bazense baldan tatlı anlar ama yeter ki aşka ruhunu kat............
Yemeğin malzemeleri nasıl tek başına bir şey ifade etmiyorsa, ‘tadı’ için birbirleriyle katılıp karıştırılıp pişirilmesi gerekiyorsa, sen de bul senin tarifinin diğer gerekli malzemesini............
Kaç paraya aldığının bir değeri olmasın o malzemelerin, bırak para senin gölgen olsun sen aşkla coşarken.........
Asıl olan aldığın zevk olsun ki, bolluğun zirve yapsın
Hayatında bir kez olsun parayı, pulu, işsizliğini, sigortasızlığını, kredi kartı borçlarını düşünme ve bu dünyaya NEDEN GELDİĞİNİ ANIMSA............
Bazen acı olsun bazen tatlı olsun ama ruhu olsun.................
Bazen tuzlu olsun, bazense tuzsuz ama kendi ellerinle yaptığın, emek harcadığın ‘ev yapımı’ olsun........
AŞKA RUHUNU KAT Kİ; ARTIK RUHUNDA AŞIK OLSUN............


NOT: Fatih Akın ile Adam Bousdoukos’un birlikte NTV’de yemek pişirdikleri programı izlerken bir şeyi çok net fark ettim. İkisi de çok eğleniyorlardı, sanki yaşadıkları birikimlerden çıkmıştı Soul Kitchen’ın senaryosu. Bunu düşündüğüm an öğrendim ki, ikisi de liseden bu yana çok yakın arkadaşlarmış. Eeee dedim 18 yıllık dostuma dönerek, hayatta tesadüf diye bir şey yoktur, eğer ben Fatih Akın ile aynı gün doğduysam kesin bu Adam Bousdoukos da seninle aynı gün doğmuştur. Ve Allah da sizin doğduğunuz gün aynı saçları ve fiziği vermiş! Benimki hemen internetin başına geçti ve çığlığı bastı! Tabii ki bingoydu; Adam da benim kanka gibi kova burcuydu!!! Hayat, gerçekten de sen başka planlar yaparken başına gelenlerden ibaret.......................

2 Ocak 2010 Cumartesi

ÖNEMLİ OLAN RUH GÜZELLİĞİ PALAVRASI

Kime sorarsanız sorun, size mutlaka hayatını birlikte geçirmek istediği kişinin dışının değil de içinin güzel olmasını dilediğini söyler. Bakkalın çırağı, komşunuz, kuzeniniz, liseden en yakın arkadaşınız, iş partneriniz, patronunuz ya da ülkenin en ünlü kişisi ve hatta dünya çapında starlar; hepsi “beni sevsin, gözü dışarıda olmasın ona beslediğim duygulara sahip çıksın; özetle ruhu güzel olsun’ ister. Hadi canım oradan, yemeyin artık bizi, kesin bu palavrayı. Kesin ki artık hepimiz rahat nefes alalım.
Madem ki ruh güzelliği, huy güzelliği aranmakta o zaman neden herkes fiziksel bir savaş içinde? Neden tüm kadınlar dekoltelerini sonsuza az kalaya kadar açmakta, erkeklerde balkondan artık çıkma kata dönen göbeklerini eritmek için yaşamakta??? Neden, neden ve neden?
Çok basit, güzel görünmek için; çok kolay yöntem, dışını boya içinin tadilatıyla hiç uğraşma! Popüler kültürün getirdiği sonuçlar doğrultusunda sadece güzel insanların prim yaptığı ( güzel de kime denmekteyse, anlayamadım bir türlü ama) günümüzde tekil şahıslar dünyayı işgal etmeye devam etmekte. Tekil şahısların arabaları, tekil şahısların evleri, tekil şahısların kafelerde oturduğu masalar, tekil şahıs hikayeleri, tekil şahıs hayalleri.......
Eski nesille aramızdaki en büyük fark, hep aynı şeyi günlerce, aylarca, yıllarca hiç bıkmadan yazacağım; “Tek yastıkta kocayamamak”! Babamın annemle onu hiç güzel bulduğu için evlendiğini sanmıyorum. Sizlerin de, anne ve babalarınızın birbirlerinin fiziksel görüntülerinin, birbirlerine çok çekici geldiği için doğup da bu yazıyı benimle birlikte paylaştığınızı hiç mi hiç sanmıyorum. Anneannelerimizin, babanelerimizin, dedelerimizin, halalarımızın, eniştelerimizin; hani o ölene dek evli kalan çoğul kişilerin neden bir yastıkta kocadıklarını biliyor musunuz? Çekim gücünü aştıkları için! Çekim gücünü aşıp da ruha inebildikleri için bu dünya bugünlere kadar gelebildi, üreyebildi, çoğalabildi. Ve ne yazık ki alınan bu miras ‘elektrik davasına’ tökezleyiverdi.
Bugün herkes birbirini fiziksel görüntüsüyle, etiketiyle değerlendiriyor. En seksiyi arıyor ( sanırım boynuz yeme sayısında rekor kırmak için), en çekicinin peşinden koşma hayallerini kuruyor. Bırakalım artık bu ‘içi güzel olsun, dış görüntü gelip geçici’ palavrasını. Bırakalım da herkes kağıtlarını açıkça masaya koyup oynasın oyunu artık. Ben ve benim gibiler resti çoktan çektiler de, o resti dış dünyanın alaca bulacasından gören olmadı. Şapkalarımızı çıkarıp artık düşüncelerimizle başbaşa kalalım. Neyi savunuyorsak, onu yaşayalım. Savunduğumuzu yaşayamıyorsak da, bırakalım savunmaları.
Şimdi çok iyi anlıyorum yazar Antoine de Saint-Exupéry' nin dünyaca ünlü kitabı Küçük Prens’in neden çocuk yaşta okunması gerektiğini...... Hayatımdaki en özel kitaptır ve hep çocukken anlaşılmadığı için büyüdüğümüzde defalarca okumamız gerektiğini savunmuşumdur. Küçük Prens’in öyle bir sayfası vardır ki, yeryüzündeki en yüce duyguyu, sevgiyi o kadar net özetler ki, lafı da uzatmaya hiç gerek yok aslında.............
“Güzelsiniz ama boşsunuz diye ekledi. Kimse sizin için canını vermez. Buradan geçen herhangi bir yolcu benim gülümün size benzediğini sansa bile. O tek başına topunuzdan önemlidir. Çünkü, ÜSTÜNÜ FANUSLA ÖRTTÜĞÜM ODUR, RÜZGARDAN KORUDUĞUM ODUR, KELEBEK OLSUNLAR DİYE BIRAKTIĞIMIZ BİR KAÇ TANENİN DIŞINDA BÜTÜN TIRTILLARI UĞRUNDA ÖLDÜRDÜĞÜM ODUR. YAKINMASINA BÖBÜRLENMESİNE, HATTA SUSMASINA KULAK VERDİĞİM ODUR. ÇÜNKÜ BENİM GÜLÜMDÜR, O “.......................................................................