2 Nisan 2010 Cuma

Bir asansör macerası......

Bir kez daha çok net anladım ki, gazetecilik bir meslek değil. O insanın kanına işleyen bir virüs ve bir kez vücudunuza nüfus etti mi, çıkması asla mümkün olmuyor!

Bir bina dolusu insan düşünün ki, hepsi aynı anda farklı konularla ilgili yazıyor. Sürekli yazıyor, sürekli anlatıyor, sürekli çiziyor, sürekli anlatıyor. Şehrin göbeğinde olmanıza rağmen saatin hatta dünyanın bile farkında değilsiniz aslında dünyayı anlatırken! Bunun bu meslekte büyük bir geyik olduğunu düşünürdüm ama evet gazetecilik gerçekten kana işleyen bir virüsmüş. Sabaha karşı 4 civarında, yazılarımızı bitirmenin huzuru içinde eve doğru yola çıkarken, aklımdaki tek şey ertesi günü yazılacaklar ve yapılacaklar listesiydi. Taa ki, otoparkın asansörüne binerken anahtarlarımı unuttuğumu fark edene kadar.... O ana kadar sadece dergi vardı beynimde, sayfalar, fotoğraflar ve bir sürü detay ve inanın ki hiç yaşamadığımı fark etmemiştim. Gerçekten dünyadan kopuk bir şekilde yarattığım dünyamın içinde yetiştirilecek yazıların başlıkları ve spotları beynimden akarken bir anda nasıl oldu, onu da tam hatırlamıyorum ama “anahtarlarım nerde?” diye bir düşünce geldi aklıma. Önce gayet sakin bir şekilde çantama baktım; orda yoktu... Sonra paltomun ceplerini karıştırdım; orada da yoktu......yoktu da yoktu; anahtarlarım benim yanımda yoktu! Eve giderken anahtarlarım benimle değildi! Ve biz dergiden çıkan, üç kadın taksimin göbeğindeki bir otoparkın asansörünün içinde katlar arasında öyle bir debelenmeye başladık ki, anlatılamaz bir hikaye... Biri yukarı basıyor, çıkalım da anahtarları dergide mi unuttuk bakalım diye, tam zemine geliyoruz, diğeri bizi eve bırakacak araç gidecek diye tekrar otopark katına basıyor, ben anahtarlarım yok diye tekrar girişe basıyorum..... Ve evet gerçek şu ki, 3 kadın; şıkır şıkır giyimli 3 kadın bomboş ve kapkaranlık bir otoparkın içinde sürekli katlar arasında ve asansörün alarm sesiyle birlikte seyahat ediyordu. Biri gitmem lazım diyor, biri kalalım diyor bense “allahım sabahın 4’ünde sokakta kaldım?” düşüncesiyle panik atak öncesi sendorumu yaşıyorum. Sokakta kaldım! Ve dünya benim için durdu, mekanizma dergiye gidip yazıları yazıp eve gidip yatıp uyumaya öyle bir koşullanmış ki, hiç aklıma asansörde birlikte debelendiğim arkadaşlarımın evine yatıya misafirliğe gitmek gelmiyor!!!
Ve bu arada artık asansörün alarmı bizim sürekli tuşlara basmamızdan öyle bir ciyaklamaya başladı ki hepimiz bir anda gerçeğin farkına vardık! Çok net bir delilik sınırıydı bu, herkes evinde mışıl mışıl uyurken biz bir otoparkın içinde sinir krizinin eşiğindeki kadınlar gibi davranıyorduk. Ve en sonunda beklenen müdahale sevgili Ayşe’cikten geldi. Geldi gelmesine de, öyle bir gülme krizine girdik ki bu defa da gülmekten hareket edemiyorduk. Çünkü Ayşe’cik bizi asansörden attı! 2 elini de havaya kaldırarak bize ‘durun’ komutunu verdi. Çok haklıydı, artık beynimiz yorgunluktan hiçbir şeyi düşünemiyordu ve tüm gece boyunca işte ondan komut aldığımızdan bir kez sevgili beynimiz onu dinleme kararı almıştı. Ve ondan sonra trafik polisi gibi “sen dur, sen de asansöre gel” diyerek önce bizi gruplara ayırdı. Ve biz son derece itaatkar bir şekilde onu dinleyerek olayı çözdük! Sonuçta anahtarım masamın çekmecesinden çıktı ve ben eve girdiğimde gülmekten çok uzunca bir süre uyuyamadım.... Evet gazetecilik insanın kanına işleyen bir virüstü, ne uyku ne de başka bir şey sizi yazacağınız yazılardan geri alamıyordu! Bazen içindeydik hayatın bazense dışında...